Günlerdir martı çığlıkları ile uyanmak o kadar ürkütüyor ki beni her gün bu saatlerde o çığlıkları duyarım korkusuyla yaşıyorum…
Diğer kuşlardan bağımsız adeta gökyüzünün sahibi edasında her sabah sahilde dolaşıyorlar…
Böyledir martılar…
Denizle bütünleşmiş etkileyici duruşlarına hayran olduğunuz ilk anda sesleriyle ürkmeniz an meselesidir.
Martıların çığlıkları arttıkça Ben “taht kavgası mı acaba ” dedim, arkadaşım; ” kız kavgası da olabilir ” dedi gülümseyerek…
İkimizin atladığı ise Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde ilk sırada yer verdiği ” açlık”tı.
Martıların çığlık nedenlerinin açlık olması kuvvetli muhtemeldi de…
Fakat aynı anda ikimizi diğer ihtimal almıştı bile…
“Belki de Jonathan aralarındadır ve martıları örgütlüyordur kim bilir
yetinmemeye davet ediyordur…”
… diye tartışıp gülüştüğümüz ilk anda eğlencemizi hüzün almıştı bile….
Martı çığlıkları hep Richart Bach’ın “Martı” kitabındaki Jonathan karakterine götürüyor bizi nedense?
Kitabı okumuş hemen herkeste böyle bir etkisi var işte Jonathan’ın.
Jonathan martıların fenomeni durumunda…
Kimine göre anarşist, kimine göre cesur, kimine göre de hayalperesttir Jonathan .
Ancak herkes özgürlük mücadelesi verdiğinde hem fikir…
Çünkü diğer martılar tarafından dışlanma pahasına yalnız uçmayı seçmiştir Jonathan….
Diğer martılardan farklı uçmaktadır,amacı; her zaman biraz daha yükseğe uçmaktır…
Belki de seslerini duyurmak adına çığlık çığlığa martılar özgürlük istemiyle bağırıyorlardı sahile….
Her çağ birçok Jonathan doğurmuştur aslında.
Fakat her çağda da kimilerini öldürmüş,kimilerinin özgürlüğünü elinden almıştır.
İnsanları bu cılız diye nitelendirdikleri seslerden uzak tutmaya çalıştılar fakat Jonathan’ın gibi özgür ruhları susturmaya yetmedi verilen mücadeleler…
Üstelik kendilerinin de Jonathan gibi özgür düşünce hayaliyle kanatlanmasının an meseli olduğunu fark ettikleri ilk anda delilikle suçlandılar.
Aziz Nesin’in “rüzgarın şiddeti ne olursa olsun; Martı sevdiği denizden vazgeçmez” dediği gibi,
geleceği kurtarmak adına can pahasına özgürlük denizinde Jonathan gibi martılar boğulmaya devam ediyor…
Onlara kurban değil kahraman deniliyor denmesine de , bir de girdaba yakalanıp neye uğradığını bilmeden pisi pisine gidenler var peki onlar ne olacaktı?
Onlar denize bakan Özgürlük heykelinin tacındaki yedi kıtada yedi denizde , ya da dillere dolanan özgürlük türküsünde yer alırlar…
Martı mavrası ile özgürlük kadavrası…
Son ver bu cinnete… Uç Jonathan uç… daha yükseğe en yükseğe cennete…
YAZAN: Hülya Yalım
YAZILAN ZAMAN- MEKAN: (Bilinmezlik hakimken yaşama memleketten ölü haberlerini henüz duymuşken, diğer memleketten gelen ölü haberleri diğerinin haber değerini boşaltırken bir anda özgürlük istemini sorgularken gerçekten de sabah martı çığlıklarına maruz kalmış bir şekilde tam da Hrant Dink’in “güvercin ürkekliği” dediği ruh haliyle yazıldı bu yazı.
Bu yazı yazılırken , Çanakkale Türküsü’nün “Çanakkale içinde vurdular beni ölmeden mezara koydular beni” nakaratını Hasan Mutlucan’ı taklit edip tok bir sesle kendi kendine söylerken buldu yazar kendini ; daha sonra bu türkü Ruhi Su’dan defalarca dinlenirken 14 Mart ile martı arasındaki kelime benzerliğinin altı kendiliğinden çizilmişti bile… ).
Yorumun ne olacak?